polis, yapması gerekeni yapmıştır.

2010/12/07
Birkaç gün önce bilmem nerede, bilmem hangi üniversitenin öğrencileri sevgili başbakanımızı protesto etme edepsizliğinde bulundukları için polis tarafından dövülmüşler ve hatta hamile bir edepsiz üniversite talebesi, hamile olduğunu utanmadan ulu orta söylemiş polis ise bu utanmaza acımadan tekmelemeye devam etmiştir.

Bazıları ise polisin dayağını şiddet uygulamak, olarak yorumlamak cüretini göstermiş, devletin başbakanına karşı sözler eden güruhu dövmenin ölçülülük ilkesini aştığını söylemişler. Lafı güzaf. Peeeehhh!

Bu edepsiz güruhun bir an evvel anaları ile beraber yurttan gitme vakitleri gelmiştir. Başbakanı beğenmiyorsalar analarını da alsınlar ve moskova’ya kadar gitsinler, demekten başka bir söz bizim ağzımıza yakışmaz.

Efendim, sağ basın veya sağ düşünceye sahip çoğu kişi yukarıdaki gibi düşünmektedir.

Yazımızın başlığında da belirttiğimiz gibi, öğrencilere ölçüsüz şiddet uygulayan polisler yapmaları gerekeni yapmıştır. Çünkü öğrenciler, başbakanı protesto etmektedirler ve daha da vahimi sarf ettikleri sözler sol karakter taşıyan kelimelerden ve cümlelerden oluşmaktadır.

Bu ve ya buna benzer, sol karakter taşıyan herhangi, bir gösteriye karşı ben polisin daha insaflı davrandığını bunca zaman görmedim.

Görmeyi dilemek ye da istemek de ahmaklıktan başka bir şey değildir. Zira, bir çok ülkede olduğu gibi polis hukukun korkusunu değil korkunun hukukunu yaşatan başat güçlerdendir.

Yıllardır üniversitelerde veya üniversite önlerinde kavga ya da polisin şiddetli müdahelesini göremiyorsak bu üniversitedeki öğrencilerin artık birbirleri ile didişmeyi bırakıp da derslerine ve ülkenin geleceğine ilişkin çalışmaları artırmalarından değil, aksine dünyaya ilişkin herhangi bir kaygılarının olmayışından, kendi çıkarlarını toplum çıkarının tamamen önünde tutmalarından ve bilimden- sanattan- mücadeleden ziyade, karşı cinsle iştigal edip beli ile beraber kafasını da boşaltmasından kaynaklanıyor.

Dünya ile derdi olanlar, kafası dolu, yüreği kavi insanlardır. Bunun için, kendilerince haklı gördükleri fikirler için mücadele edip doğru-yanlış inandıkları değerler uğruna emeğini, canını, vaktini ortaya koymakla alakalıdır.

Düşünen, dünya ile derdi olan insan her zaman hükümetle muhalif olmak zorundadır. Çünkü değişim ve gelişim istemekte olanla yetinmeyip olması gerekeni arzulamaktadır. Oysa polis hükümetin halka uzanan sopasıdır. Çünkü polis hükümet çıkarlarını toplum çıkarının önüne koyduğu için sağcıdır.

Sağcılar tebaa oldukları için ciddi kavgalara girme yürekliliğini asla gösteremeyeceklerinden dolayı polisle karşı karşıya gelmeleri de pek mümkün değildir. Karşı karşıya geldiklerinde ise kardeş dilleri konuşmaları dolayısı ile bir şekilde anlaşabilir ve herhangi bir şiddete maruz kalmaksızın olayı hoşgörü çerçevesinde bitirebilirler.

Hoşgörü dünyanın en aşağılık kelimesidir. Hoş görü kendinden taviz vermen, inanamadığın halde inanıyormuş gibi yapman demektir. Doğru kelime ise tahammüldür. Bir sağcının ise tahammüllü olması mümkün değildir.

biz üniversitede iken, dünyaya karşı avazımız çıktığı kadar bağırdığımız için yöneticiler tarafından yuhalandık, aşağılandık ve dayak yedik. şimdi sıra bugünün üniversiteli gençlerinde.

bugünün gençleri herşeylerini kaybetmiş durumdalar. kampüslerini, fakültelerini, sınıflarını ve dahası kantinlerini kaybetmişler herhangi bir fikir tartışması dahi yapamaz hale gelmişlerdir. çünkü fakültelerin içi boşaltılmış, kantine saman sınıflara ise o samanla idare dilecek beyinler doldurulmuştur.

üniversiteler biri bizi gözetliyor evlerine dönmüş, bu dönüşüm esnasında kimse sesini çıkarmamıştır.

polis, öğrencilere ölçüsüz güç uyguladı, diyorlar. bunu düzeltip, muhalif öğrencilere demeleri gerekirdi. ama buna şaşırmak ülke, dünya gerçeğinden haberdar olmamaktır.

ben bu yüzden severim egenin ötesini. çünkü egenin ötesinde, polisin şiddet uyguladığı alexis ölmüş ve bunun hesabını ortaokul öğrencilerinden başlayarak ülkenin tüm öğrencileri sorma cesareti gösterebilmişlerdir.

oysa bizim ülkemizde, birini dövme özgürlüğünü normal -vicdanı olduğunu söyleyen- bir vatandaşa dahi verseniz önüne geleni falakaya yatıracaktır. bu hoşgörü yalanının gerçeğidir. bu şiddetten beslendiğimizin gerçeğidir. bu sağcı kafa yapımızın gerçeğidir. bu değişime karşı inatla-kinle-şiddetle karşı durmamızın gereğidir.

mektup-4

2010/11/22
sevgili,

sen gittin seninle birlik gitti bütün evren. yokluğun içimde bir kül bulutu. göz gözü görmüyor yüreğimin coğrafyasında…

önce bir şey olmaz sanmıştım. dayanırım sanmıştım. bunca ömrüm gurbetlikte, hasretlikte geçti. sonra benden uzağa attığın her adım içime bir yangın saldı. yüreğim temmuz göğü. yüreğim sivas eli…

buna da dayanacağım; biliyorum. ellerim nasırlanana kadar okşayarak hatıraları… buna da dayanacağım; biliyorum. tütün ve efkar soluyarak…

ellerimde açılan gonca gülüm, süt limanım, serçe çiğirtim… sensizliği sen bilmezsin. Nasıl da kurudu içimin ırmakları. nasıl da yönünü kaybetti bütün akarsular. Nasıl da çekildi denizlerim. teninin kıvrımlarında dolaşan elim şimdi bir yokluğu heceliyor. akşam kuşları ağaç dallarında, sesleri içimde geceliyor. bir çocuk gibiyim şimdi. öksüz kalmış bir çocuk. yürüyemiyorum. ayaklarım bocalıyor.

tekrar tutunmalıyım hayatın karşısında.

çaresizliklerle dolu bir mektup yazmak sana; olacak iş değil…

susturayım içimdeki hüzünbazı… bir türkü tutturayım dünyaya karşı.

oturup hayatın kucağına
çekirdek çiftleyelim
günebakarak
bırak bahçede dağılsın rüzgâr
saçların hani?

kımıltısız bir eladır gözüne bıraktığım. onca derin. beni hayatın tenhasında bulabilirsin. çıkmam kahvenin telvesine. üçvakte kadar değiştiremem herhangi bir şeyi… sevmek dersen, severim. yalansız ve hilafsız… sövmek yakışır dudaklarıma, ıslık çalmak gibi… beni herhangi bir sesin son hecesinde, beni şarabın kırmızında, ayın aymazlığında, beni yenilmiş yanlarında bulabilirsin.

teninin yangın yeridir dokunduğum… her dokundukça küllerini tutuşturan, iniltini çoğaltan… içinin sönmüşlüğüne bir harman yeri şenliği, yorgunluğu armağan eden.
beni herhangi bir ırmağın susuşunda bulursun. kaybettiğini sandığın yerdeyim ben. dip sızında. ağladığında gözyaşındayım, avurtlarına inen. yüzündeki rimel izi. dudağının hüzünbaz kıvrımında saklı bir adım. unuttuğunda umudum sol memenin altında.

beni herhangi bir dağın koyağında bulursun. yüreğinde ordular çoğaldığında savaşa tutuşmak için. ya bir kırmızı bayraktır adım seni isyana çağırır ya beyaz bir bayraktır aklım, elini tutar.

beni bir düşün akışında bulursun. kanat kanat süzülürken gökyüzüne. kuş olurum ela’m değer gözünün bebeğine. rüzgar olup dindiririm kanayan yanlarının ağrılarını.
beni bir şakinin bakışında bulursun… kavgalı, kırgın, kızgın, mahcup, güvensiz, korkak… ne yaptığından ve ne yapacağından emin olmadan tetik gerip kaşlarını alnının ortasına, silahının namusunda, düşünde bir bahar gezi, gözü arpacık çıkaran bir eşkıyanın bakışında bulursun.

beni aradığın yerde değilim ey sevgili, beni bulduğun yerdeyim ben. beni bıraktığın yerde değilim ey sevgili beni kaybettiğin yerdeyim ben. beni kırdığın yerde değilim ey sevgili beni kurduğun yerdeyim ben.

Ben, senin alnının çizgisinde…

ben, senin kâbusunun arasında uyandığında içtiğin bir bardak suda…

ben, yalnızlığının korkusunda…

ben, sendeyim ey sevgili…. içine bakmayı unutma…

mektup-2

sevgili

ben seni sevdiğim vakit, içgöçlere gebeydi yüreğim. talan mevsimindeydim. herkes pay istiyordu çapuldan.

doğduğum vakit, bir süzüm gözyaşı damlatmış anam avucuma. ne zaman birini sevsem ağrır avucumun çeperi. ben daha bebe ilken ceplerime erik yerine gökkuşağı doldururdum. bulut yüklüydü hüznüm. olur olmadık ıslatırdım yüreğimin çayırlarını. bir deniz düşlerdim. akşam kuşluğunun kızıllığında. on sekizlik kar gibi yağardı alnımın akına martı çığlıkları. sonra…

sonra çığlık çığlığa büyüdüm sevgili. boy attım ta şurama kadar. öyle uzun değilim bilirsin. ama uçsuz sıra serviler vardır yüreğimin ormanlarında. başı göğü yalayan…
ömrümü herhangi bir otobüsün arka koltuğunda o şehirden bu şehre taşırken alıştım gurbetlere. hiçbir kadının iki göğsünün arasında dinlenemedi yenilmişliğim. yumruklarım kavga mağduru…

saçlarım okşanmadı hiç baba eli tarafından. ne zaman baş kaldırsam sızlar babasız yanlarım.

sevgili,

yalansız büyürken hilaflarda halef oldum bütün acılara. avucumda birikti akşam kuşlarının tereddüdü. tütün niyetine soludum bütün bir ömrü. şimdi, hünerli bir marangozun elleri gibidir ellerim. törpülüyorum bütün acılarımı. acılar kabuğundaymış ömrümün ve kabuğu kavlayan yara yeniden kanamaya aşinaymış, öğrendim. ve garip ki, ben acılarımla değer katıyormuşum hayata.

sevgili,

sana nefretsiz bir çocuk getirdim. gözleri ilk gün ki gibi acı kahve. falında hep yol çıkıyor üç vakte kadar. ne öğreniyorsa kendi iç göçünden armağan sürgün bulutların rahminde büyüyen bebeye. başka bir dil konuşuyor içinin bütün kervanları. ve kervan kıran sarı yıldıza emanet akarsuları. akıyorlar denizi hissederek.
ey sevgili, denizim olur musun?

babam gibi okşar mısın, hayatın karşısında kıvrılan saçlarımı? annem gibi bekler misin yaralarımın kanamasını günün ilk ışığına kadar. çoğalırken sanrılarım, dudağıma bir türkü bırakır mısın dudağından armağan?

sevgili,

bu dördüncü mektubum sana. ucunu sigaramın ateşi ile yaktığım. yüreğimin yangınını sana bulaştırmaya çalıştığım. sözlerim değiyor mu gözlerine?

ne zaman yola çıksam sağanaklara yakalandım ansızın. dudağının kıvrımında kırıldım bir kızın. seninde oldu mu hiç dip sızın. hagi göllerin hüznü gibi. hani çığlık çığlığa gebe kaldığın bir acı. hani içini yakan bir veda. hani bir ırmağın kırgın,üzgün akışı gibi…

bozkırlarda gelincikler açar sevgili. aslı esasında yakışmaz bozkıra bu kadar kırılgan bir çiçek. ilk yağmurda boynu kırılır. dağılır bir kuş ölüsü gibi yerlerde kalır. yine de açar. işte ben bir bozkır gelinciğiyim. kanım her alaşafakta toprağa karışıyor.

toprağım ol sevgili, kanımı karşıla. sana olan içgöçüme muştulayıcı ol.

işte beni bilmeye başladın sevgili.

seni lanetlemeye başladım.

(mayıs 2010- antalya)

mektup-3

sana yazmak saadet olduğu kadar azap da sevgili.

gözlerin geliyor aklıma, gülümseyişin. her gülümsediğinde dudağının kıvrımına konan kırlangıçlar… yaşama daha bir sarılasım geliyor. aklıma sen düşünce daha bir seviyorum dünyanın geri kalanını. daha da hassaslaşıyor yüreğim. güvercinler kanatlarını çırparak havalanıyor.


sevgili,

sen düşünce yüreğime beni ay çarptı. denizin kabarması gibi kabardı yüreğim. kimselere söylemedim adını. adın büyüdükçe içimde, dudaklarımı ısırdım. dudaklarımın morartısında çatladı adının bütün harfleri.

her insan bir addır sevdiğim. bir adla doğar ve büyür. kulağına okunan ad olur büyüdükçe. adı ona o adına bağışlar yaşanmış günleri. yaşanacak günleri ise bir birlerine hazırlarlar. işte sevgili, senin adın da bana fısıldandı.

adımı bilmedikçe bilemezsin beni sevgili. geçmişimi bilemezsin. çünkü adımın her okunuşunda geçmişim doğar içine. adımın her çağrılışında ruhum koşar çağıranın peşine. ad, ruha benzer sevgili. doğumla insanın içine nüfuz eder; ölümle birlikte ayrılır bedenden ve yaşamaya devam eder. öldükten sonra dirileceksek eğer adımızla dirileceğiz. günahlarımız adımıza yazılacak, sorguya adımızla çekileceğiz. her insan ancak adı ile ölümsüzleşir ve her insan ancak adı silinince dudaklardan, ölür sonsuza dek. ad, hatırlanmaktır sevgili. ad ruha biçilmiş yegane kılıftır. ben dudaklarımı morartırcasına aklımda tutuyorum adını. çatlatırcasına bütün harflerini, ısırıyorum…

bana adını bağışla sevgili, ruhunu emeyim iki göğsünün arasından.
yaşam isimle ölüm arasındadır.

mülteci bir tebessümsün yüreğimde nicedir. aşık olmayı bıraktığım gün mü başlamıştım tütüne bilmiyorum ama o zamandan beri bütün tebessümler mültecidir dudağımda. tütün ise tereddüttür. tereddüdü keskin bir bıçak gibi taşıyorum kınında. kını, tenimdir. tenim kapanmaz yaraların vatanı…

sevgilim
omzunda iki melek/ koç mu geldin ibrahime
kurbanlık
beni ağlama
yağmur olasım yok bugün umutsuzlara
oturup bir şiirin kucağına
çekirdek çiftleyelim
günebakarak
üç, tek sayıdan sayılmaz aşk matematiğinde
beni ağlama/arkamdan
ıslanmam… uslanmam

beni sen ustalaştırıyorsun yüreğimin örsüne vurarak aklının çekicini. demirime su veriyorsun göğünün bulutundan. çelikleştiriyorsun sevdaya olan imanımı.

hatırlıyorum, ben seni sevdiğimde aylardan nisandı sevgili. ince bilekli yağmurlar vuruyordu canımın tenhasına. olur olmaz ıslanıyordu gözlerimin elası. ben seni ıslık çalmayı sever gibi sevdim. keyifli vakitlerde sevincim oldu adının dudağımla buluşması.

sancıdım. ne zaman düşecek gibi olsan gözlerimden avurtlarıma. avurtlarımı yurt tuttum sana. ben seni, baba yurduna varılan bir yol bilip sevdim. düştüm yoluna.
ben seni, sancılı bir kış bilip sevdim. çıktım dağına. rüzgarına, boranına taliptim.
ben seni, herhangi bir atları olur olmaz maviye boyayan bir akarsu…. kıvrılarak yol buldum vadilerinde.

ben seni, bozcuncu çığlığıyla geceyi kalbinden vuran iniltili bir tren… bekledim durmanı istasyonumda.

ben seni, buğulu bir camın ardında durup kalbini çizen hüzzam soluklu bir kız. yazıldım kalbin içine.

ben seni, çöl coğrafyasında beyrut ezgisi. taş oldum. atıldım faşizmin bağrına.

ben seni, haritalarda unutulmuş bir köy. duman oldum bacasına.

ben seni, sevgili ben seni… biraz ben olduğun, biraz insan kaldığın için sevdim.

üç, tek sayı sayılmaz aşk matematiğinde
bir sen, bir been, bir de evren…
çekirdek çiftledikçe çoğalırız…
bir şiirin kucağında…
yakmalı bu mektubun ucunu da sevgili.

mektuplar-1

gece seslerine yürümek, tereddütlüdür çoğu zaman. ve hep yalnız yürümeyi gerektirir. insanın içinde kol gezen güvensizlik, sık sık arkasını kontrol etmesine sebep olur. arkama dönmeden yürüdüğüm bir yoldur sana değen sözcüklerimin hepsi…

gül haydi!

göğüme uçurtma salan çocukların kabaran ela’larında yürüyorum sana. alnımda bir yol yorgunluğu, dudaklarımda diş izi kalmış kelimeler…

al haydi!

seni bilmekle başlıyor seni bulmak. yüzüme dokunan her tebessüm yol olup uzuyor kalbimin maviş atlasına…

bul haydi!

dostum, öyle uzun soluyuşlar içinde geçti ki ömrüm, şimdi sen karşıma dikilmişsin ve yüzünün bütün ayrıntısı ile kapında bekliyorsun… serçeler canına çarpmasın diye açık pencerelerinle. ayaklarının altında ahşap gıcırtısı…

gel haydi!

ne zaman yola çıktımsa ansızın bir sağanak başlardı. iki mevsim geçerdi ayaklarımın altından: sonbahar ve kış… yollar uzadıkça kederimin kıvrımlarında, ben de yol olmayı öğrendim, sonra… sonra sağanaklara alıştım, ilkbahar toprağı gibi…

yağ haydi!

şimdi, yollardan vazgeçip durma vakti mi geldi acaba bir dostun tebessüm eden yanağının kıvrımlarında. avurtlarında çoğalan gözünün elasını avuçlarımda biriktirmek mi gerekir acaba?

bak haydi!

insan, kimi zaman bir ömür de tanıyamaz yanındakini… hani bilirsin isa’nın ve hacı bayram veli’nin yol arkadaşını… kimi insan ise ilk sözcükte teslim eder kendini yanındakine… sonsuz bir enginlik bağışlar yüreğinin maviliğinden…. sözcükler yol bulup varır yüreğe.

düş haydi!

dağ olsan sisine, meydan olsan sesine, orman olsan derinliğine gizlenmek isterdim bu sonu belli olmayan yolculuğumda…

ol haydi!

oysa ben şimdi coşkun bir nehir gibi akıyorum, akmak istiyorum senin denizine… karışmak, hemhal olmak, bir olmak, ummanda zerre, harmanda tane, ateşte alaz olmak… ıramak sonsuzluğun bağrında…

yak haydi!

sen son ol. sonu olmayan… ben yol olayım başı bilinmeyen… ve bütün kıvrılışlarım, şaha kalkışlarım, tereddütlerim, geriye dönüşlerim, dağ çıkışlarım, yorgunluklarım, bir dost için uzanmak olsun yeryüzü sathında…

yol haydi!

sen yol ol, ben iflah olmaz yolcu…

bil haydi!

ve ikimiz birden susayalım. susasımız gelsin…

gül haydi!

20 ilkyaz( mayıs) 2010-

bu işte bir yanmışlık var!

2010/05/05
bu işte bir yanmışlık var!

güzel gözlü çocuklar bulunur kürt coğrafyasında… kederleri namlumun ucunda… korkarak bakıyorlar kaşlarımın arasına. belleğimin yokluğunda çoğalıyor yeni sözcükler. anlamını bilmiyorum hiçbir tereddüdün. duyduğum bütün hırıltıları, bir dilin ölüm sancısı değil yüzüme çevrilmiş silah namlusu sanıyorum.

neresi kötüdür barışı konuşmanın? korkuyorum. ya yürürseler kışla üstüne. ya latalarını, keleşlerini, poşularını alıp gelirlerse son sığınağımıza… mayın döşerseler babamın elini, anamın yüzünü, sevgilimin dudağını, çocuğumun alnını öpmek için bağrına düşeceğim yola. insan kendi ülkesinde korkuyla dolaşıyorsa, ıslık çalarak çıkamıyorsa dağlarına, su şırıltısını, kuş sesini dinlemek için inemiyorsa vadilerine, derelerine… insan bir aşkla çekemiyorsa toprağında büyüyen çiçeklerin kokusunu içine… yağmurunda tereddütsüz ıslanamıyorsa sırılsıklam, yüzünü bir sevdaya çeviremiyorsa arkasını kollamaksızın, bu işte bir yanmışlık var.

/… azrail gelmiş de can talep eder/ benim can vermeye dermanım mı var…./

şeytan dağları, cehennem ormanları, peri suyu, arik dağı, demir kanat dağları, seyit kasım, şenker dağlarınca kuşatılmış adsız (kurt) tepe’de yasal namlularımızın arkasında ölümü bekliyoruz. telsiz istasyonuna ölüm haberleri düşüyor. sıranın hangimizde olduğunu bilmeden ve hangimizde olabileceğini düşünmeden gelecek güzel günlere dair hayaller kuruyoruz.

her ölü saygıyla anılmalıdır. en yasal tümcesini kuruyordu en y-etkili kişi “şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.” bayraklara sarılı genç cesetler yollara düşüyordu anasını yüreine gömülmek üzere. vatan sağolsun, diyordu babası artık oğlunun sağ olmayacağını bilerek… acısını kutsayarak. bir oğlum daha olsa onu da yollardım bu ölüm cenderesine, diyordu anası, yüreğinde kazılmış mezarın üstüne toprak serperek.

a benim anam! sen de bilirsin, oğlu askerde olan her ana, yüreğine bir çukur kazdırır mezar kazıcılarına. ve dudağına takar bir dua. o çukura oğlunu koymadan; toprakla kapatmayı umut ederek; mırıldanır.

a benim anam! ölüm en çok, göğüsleri kurumuş seksen yaşında ninelere yakışır. daha bir kızın göğüslerine başını koyup da uyumamış yirmi yaşındaki civanmertlere değil. a benim anam! namlu arkasında ölümü beklememişler için kolaydır nutuk atmak. sıkıştığın kapanı vatan bilerek sığınmak baharın merhametine, yakıştırılmaz hiçbir kahramana. nedense kahramanlar hep ölüler içinden seçiliyor!!!
kiğı!
yirmi üçüncü yaşımın son günleriydi. yılan gibi kıvrılan yolun sırtına binmişliğim bir kasım gecesine rastlar. dağlar o kadar çok, sesler o kadar az, gökyüzü o kadar yakın ki anam, uzansan yıldızlar takılacak saçlarına. yürüsen akarsular fışkıracak bastığın yerden. ve korkuyoruz birbirimizden. nefretle bakıyoruz birbirimize, kürt bebelerlen. ihtiyarlar, utanıyor kırık dökük türkçelerinden ve yalvaran, korkan, umutlu gözlerle bakıyor gözlerimize. anam anam benim anam! dokuz ay dediğin ne ki? bir gelinin bebeye durması, iki bahar bir kış. belki bir kez çiçeğe durur bahçeye diktiğin güller. bir kez meyve verir balkonuna eğilmiş erik. bir görünün bir kaybolur sivrisinekler. bir boşalır bir dolar antalya’da oteller. anam anam dokuz ay dediğin ne ki? sen dokuz aya katlanamıyorsun. bir ömre nasıl katlanıyor peki kürt anneler?

anam anam, gözleri yaşlı anam. işleri başlı anam. oğlu telaşlı anam. bu işte bir yanmışlık var, ağlıyorsan sen ve senin gibiler…

anam anam, türkmenin en koyu yerinden aldın büyüttün beni. ben ki türkçemi senin gibi, sevgilim gibi sevdim kokladım. ben ki ruhumu dilimle doldurdum. dilini emdim bir türkmen kızın. ağladığım zaman türkçe ağladım. kahkaham türkçe oldu… ıslığım tutarken dağı taşı türkçeydi. senin bahçende güllerin türkçe açtı, ağılda koyunun türkçe meledi… ne zaman bir tebessüm gelse kıvrılsa dudağının kenarına, özdilinden bildin, incitmeden koparıp yakama taktın… anam anam, türkmen anam, ben dilimi senden aldım, ruhum gibi, canım gibi…. peki ya buradakiler! onları da mı sen emzirdin ki, anadili diye senin dilini konuşmaları şart koşuluyor.

kığı!
yanmış ve yakılmış köyleri gördüm
gördüm güneşin doğmadığı batmadığı
içinde itlerin yatmadığı
ise batmış duvarları
suya gitmiş ovaları
gördüm…
gördüm ağlayanları
gülenleri görmedim…
kim yaktı neden yaktı bilemem
günahı yakanın boynuna!

bir harabeden geçmek anam, mezarlıktan geçmekten fenadır. duvarına is bulaşmış evlere girip çıkmak fenadır. hayaletler dolaşır boş köylerde. bir kızgınlıkla eser garbi yel. yağmur soğutamaz toprağın ateşini. basanın yüreği yanar.
mezarlıklarda ölüler vardır anam. üç kulhu bir elham vardır. bilirsen dördünü de okursun. ama boş köylerde dolaşan cinlerden ne korur insanı bilemezsin. ruhları buradadır bu köylülerin. ve pusu atanların içine dolar vıcık vıcık bir ürperti. yüzüne, eline, nefesine çarpar kürtçe ağıtlar… acıları anlarsın… bilirsin iki sevdalının buralarda oynaştığını, bilirsin bir bebenin sümüğünü yaladığını, bilirsin insanların maniler, masallar, destanlar anlattığını, üşüdüğünü, dertlendiğini, düğün dernek kurduğunu, ezgiler, halaylar, zılgıtlar…. hepsi kulağına dolar. işte o zaman bilmediğin bir dili anlamaya başlarsın. ise batmış duvarlarda hayaller oynaşır… gülüşmeler, konuşmalar, ağıtlar… koyun sesi, köpek sesi…. sesler…. sesler insanı yorar. anlarsın şu dünyada insanların, anıların, hayallerin, hayaletlerin en çok sesten ibaret olduğunu…. ve anlarsın sesi sadece kulağı ile duymadığını insanın… ve seslere yüz biçersin, beden biçersin, kaş, göz, kulak, dudak… sonra anam nasıl oluyor bilmezsin! kendi suretini çizersin. sesler senin içine dolar. sesler anadiline bürünür… yangını, yıkımı, yenilgiyi, ölümü, terkedişi, göçü görürsün… yanan, yakılan, yıkılan, terkeden, ölen, göçen sen olursun… geride bıraktın bedenine baka baka gitmek zorunda olduğun yere gidersin… cennete, cehenneme, tanrılar katına, ota, toprağa, ankara’ya, istanbul’a, antalya’ya. yeni bir hayata. ne kadar yenilirsen yenil gittiğin yerde yaşadığın günler senin için “yeni” diye anılır… ne kadar eskirsen eski her başlangıç dertme çatma, yaralı, kanamalı olsa da yenidir. hatıralar hep geride kalır. hatıralar yangının, yıkımın içinde sonsuza kadar yanar durur. hatıralar bir ıslık, bir rüzgar, bir ses… kahreden bir ses olur asılı kalır bağrında göğün…. hiç bir çocuk hatıraların asılı kaldığı göğe uçurtma salamaz, hiçbir kuş bu göğe kanat geremez. bu göklerde benim anam! sadece silah çatılır… yasal, yasadışı silah çatılır… birde yangın kokan, is bulaşmış, kirli sarı bir yağmur yağar, vıcık vıcık…. bir de kötü kokulu bir ot yetişir harabelerde…

kiğı!
tanrı merhamet etti. hiç bir canlıya doğrultmadım tetiğinin boşluğu alınmış namlumu. çok şükür. iki felak bir nas oku anacığım. üçü de tamam olsun! tanrı senin yüreğini ferahlandırsın! benim yüreğim ateş bulaşmış harman yeri…

kiğı!
kışla, gece ve soğuk… gecenin içinde bir deli rüzgar…. kulağımı sağır edecek. ben geleli doksan gün oldu anam. bir gün durmadı peri boğazının cehennem ormanlarından yüklenip getirdiği rüzgarın kulaklarımızı, tenimiz, aklımız yakması… kışlanın içinde asker… askerin içinde hasret, korku, saygı, nefret… karmakarışık. asker silahıyla barışık, ölüme gebe. bir bebe gibi taşıyor koynunda kaderini. keder ölüme değil anam sadece hasrete. hayret! bizim asker, ölümü düşününce kederlenmiyor. telaşlanmıyor. gidiyor ölümün üstüne…. kahveye, işe, maça gider gibi. korkmuyor. korkutan, gecenin bağrında anam, yıldızların casusluğunda, sessizliğin şahadetinde, dağların azametinde nöbet beklemek. en tedbirli, en uyanık olduğu anda korkuyor bizim asker… sesler kulağında uğulduyor, dağlar gözünde büyüyor, gölgeler aklında canlanıyor… sesler içine işliyor… en çok da rüzgar sesi, silah sesi, su sesi…

hayret! bizim asker üşümüyor. gece eksi otuz sekizi gösteriyor, asker nöbet yerinde. silahı yapışıyor eline. namluya sürülmüş mermi yapışıyor demire, yıldızlar yapışıyor dağların doruklarına, rüzgâr yapışıyor gecenin karanlığına, bizim asker üşümüyor. bildim! korkusu üşütmüyor, bir de ana özlemi, yar özlemi, yuva özlemi.

bizim asker heyecanlanıyor anam! mektup postasında adını okuyunca bölük yazıcısı, telefon sırasında künyesini ünleyince koğuş nöbetçisi, başını okşayınca takım komutanı, tekmil isteyince bölük komutanı bizim asker heyecanlanıyor. parıldıyor gözlerinin içi. bir bebe gibi, günahsız bir bebe gibi bakıyor geçmişten getirdiği gözlerin içine… “sekizinci kolordu on yedinci iç güvenlik alayı topçu bataryası birinci takım seksen ikiye dört topçu er ali kemal gamsız-samsun emret komutanım!” sesi dağlarda yankılanıyor. başı dik, gözleri gözlerimin içinde. gururlu. bizim asker ölürken bile gururlu anam. ölüm gurur nedir bilmiyor oysa!

kendinden anlat diyeceksin biliyorum.

ben!

ben bu dağların doruklarına
henüz bulut gerilmemişken geldim.
toprak ademin ayaklarına
halı gibi serilmemişken geldim.

cehennem ormanları kurulmamıştı
şeytan dağları durulmamıştı
daha ilk insan vurulmamıştı
ben bu toprağa ağca sabahta geldim.

beni türkiye atlasının herhangi bir kürt coğrafyasında yasa dışı bir çığlıkla on bir çocuğunun sekizincisi olarak doğursaydın sana yukarıdaki şiirle cevap verirdim anam.

şimdi, kendime ait sözcüklerim terk etti beni. belki yüreğinde mezar kazıcıların açtığı çukuru benimle değil de toprakla doldurursan anlatırım sana korkularımı, çığlıklarımı, hasretlerimi, rüzgarı ve ruhuma kadar üşüten soğuğu gözlerinin içine baka baka.
engin akbaba 2010 mayıs antalya

kahpe rüzgâr ve kırk yedi kurşun

2010/04/06


(mardin katliamı’na)
mayıstı.
usulca gelmişti dağların arasından bahar. tatlı bir söz gibi açılmıştı çiçekler toprağın bağrında. bu topraklarda binlerce yıldır her bahar insan kanından alır gelincikler rengini. kargalar sahipsiz ölülerin cesetlerini bekler karınlarını doyurmak için.

bahardı.
endişe enikonu sızıyordu sıcak yataklarında tatlı bir ölüm bekleyen düş sahiplerinin uykularına. vurulup ölmek vardı kör karanlıkta… hain tuzakta… bebek beşikte… gelin gerdekte. ah niye ellerini kınalarsın gelinim. hele bir bahar gelsin… kan sızacak nasılsa. iyiden iyiye kabarmıştı bahar. çöl kavminden armağan soğuğun yerini tatlı bir esinti almıştı akşamüstü.

erik ağaçlarında bir kıpırdanma görülür ilkin. sonradan çoğalır serçe çiğirtisi. gelincikler kızıl rengini almak için bekler toprağa sızacak kanı: TÖREDİR. bin yıldır böyle biline gelmiştir. bundan sonra böyle bilinecektir.

akşamdı.
gün devrilip giderken cümle kâinat susar bir müddet, bakarak devrilen günün geride bıraktığı kızıllığa. sonra dağda kurtlar ulur ilkin. haylaz köpekler evlerin sağrısında tembellik eder. yavuzlar kurt düşü kurar yalın kılıç bir kavgada. cinler sükûnete erip bir vakit kulak kabartır kâinatın suskunluğuna. sonra hangi damın ciniyse, çekilir gider: TÖREDİR. bin yıldır böylece duyulmuş ve bilinmiştir.

rüzgâr, aslını fars’tan alıp gelir. dağıtır kancık pusuların düşlerde kurduğu efkârı. sonra unutulur bahar olduğu. kan dökülme mevsiminin kapıda durduğu. düğün dernek kurulur.

geceydi.
ah şu rüzgâr, dağıtmasa endişe sahiplerinin düşlerinde ki kan mevsimi kokusunu, belki gece bu kadar tekin karşılanmayacaktı. elleri tetikte bekleyecekti ölümü, yasal silahlarıyla gecenin erkekleri.

kadınlar, sığınıp tanrılarından armağan aldıkları beşiklere, ağıtlar hazırlayacaklardı ölülerine.
ah şu rüzgâr… kancık bir pusunun önünde sis perdesi olmasaydı. olmasaydı! ağıt yakacak kadınlar olacaktı.

düğündü.
sevdalı mıydı ölüler bilinmez. bu topraklarda adem’den beri sevdaya değer verilmez. yasal bir ırza geçmedir evlilik çoğu zaman. kadın, itaat etmelidir, aksi ölümdür. ve bu en değişmez TÖREDİR. kırk bin yıldır görülmüş ve duyulmuştur.

çeyizinde allı morlu, kokusu topraktan, toprağı yurttan; teri, kör gecelerden kalma el işleri vardı. çeyizinde kadın olmanın korkusu, çocukluğunun hasreti, annesini emaneti, babasının selameti, köylüsünün şahadeti, imamın icazeti vardı. ama mayıstı. bahardı. rüzgârdı ve geceydi. kan koksu silinmişti şu kör olası rüzgâr sebebiyle belleklerden. bellekler sadece töreyi sağlama alır bu topraklarda. unutmak ölüm olur. TÖREDİR.

namazdı.
tanrıya sığınmıştı her birisi.
cinler kendi damlarında derin uykudayken. haylaz köpekler çekilip gitmişken kuytularına. ölüm çıktı saklandığı kuytuluktan.
kırk yedi kurşun. üçü doğmamıştı daha. ana karnında…

töreydi.
bin yıldır böyle bilinmiş ve duyulmuş ki bu topraklarda her bahar gelincikler toprağa dökülen kandan alır rengini. bundan sonra da bilinip duyula.

engin akbaba

söylesem uğursuz edepsiz olurum; söylemesem dert beni yer

2010/04/05
Söylesem uğursuz, edepsiz olurum; söylemesem dert beni yer…

her sabah, kahvaltı masasında bırakıp kızımın yakama taktığı tebessümü hayata karışıyorum.
muşlu çiftçinin eli değiyor dudağıma tütün kıvamında. arabamın camından seyrediyorum dünyanın arta kalanını. ve hep aynı manzara: talan. kıskanıyorum talanı. becerebilsem en has yalanı ben de pay alacağım çapuldan…

sesin dudağa değdiği yerde başlıyor kelam. ve ilk kelam: gün-ay-dın. daha şiire başlamadı gün. çünkü şiir, tuzun yaraya, dişin ağrıya, nefesin dudağa değdiği yerde başlıyor. ya dudak oluyor şiir ya nefes; ya da dudak payı bırakmak ölüme tenimizin en has yerinden.

ölüm tenimizi öpsün diye şiir yazmaya çalışıyoruz. şiir yazmaya çalışıyoruz ama şairlik haddimize değil, biline.

çünkü haddine değildir şairlik,
kız tebessümlerini yakasından sökenin
ve başkasının ateşine su dökenin
her can kendine yanacaktır.

daha kahvaltı masasından kalkıp da ceketimi, paltomu giyinip ayakkabılarımı parlatırken söküyorum uykudan getirdiğim suretimi. yerine maskemi takıyorum. yerine göre güleç, yerine göre şakacı, yerine göre yalan söyleyebilecek maskemi… “bu gün tanrı için ne yaptın” sözünü tersine çevirip “bu gün tanrı bana ne yaptıracak” diye düşünüyorum. bütün işime gelmeyen eylemleri tanrıya yükleyerek kurtulabilirim vicdanımın yükünden ve iş yerinde bırakabilirim sabah takınıp öğlene eskittiğim ve öğlen eskisi ile değiştirdiğim maskemi… tanrıyı tanımanın en güzel yanıdır vicdanı rahata kavuşturmak. tanrı, ateistlere kolaylık vere. nasıl başa çıkabiliyorlar dünyanın kirliliği ile…

maskeler de yıpranıyor zamanla… yeni suretler çiziyorum yüzüme. bıyığımın altında taşıdığım dudak, öpüyor kelimeleri. kelimeler kadar anlaşılıyor insan ve ancak kelimeleri yaşıyor. haddini bilmek ya da bildirmek kelimelerin işi. susmak da bir şeyler anlatmaktır çoğu zaman. çekip gitmek mesela. kederli bir türkü tutturmak ya da. -sesin çirkin olması da mühim değil. buğulu çıkar hem. hem acemi gösterir hayatın karşısında- …mesela yağmur yağmasını dilemek… - çoğu zaman yağmaz ama.- kurak bir beyin taşırız hayal dünyasından hayata.

her insan kentine benzer zamanla
ve zaman her kenti emer yoksul mahallerinden başlayarak.
varsıl kentler dayanabilir zamana/ ruhları dolaşır taşların arasında

sevgilimizi öperken başka birisi olarak öperiz, kızımızı öperken başka birisi… babamızın elini öperken hayırlı evlat, aldatırken sevgilimizi çapkın… dava dilekçesinde ki her sözcük bizi anlatır. ihtiraslı, masum, bilgili, korkak… çoğu zaman saldırarak gizleriz korkaklığımızı… intihara meyilli olur maskesi bol olanlar ve intihar en büyük salgındır…
sinemalarda buluşuruz karanlık yanlarımızla… evelden pastaneler vardı, sevdamızı, çapkınlığımızı yalanımızı tolere eden. şimdi büyük alış- veriş merkezlerinin kalabalık yüzünde kendi suretimize benzeyen suretlerin arasında, uğultular içinde kolayca saklanabiliyoruz. herkes birbirinden gizliyor kendi kalabalıklığını ve yalnızlığını…
kimse yüzümüze söyleyemez kusurumuzu. söyleyeni ayıplarız. dilimize dolanır tüm sözcükler: söylesek uğursuz edepsiz oluruz, söylemesek dert bizi yer.

çoğu yalanımız çoğu zaman masumdur. maskelerin arkasına gizlediğimiz yüzümüz tahriş olur her yalanda. haksızlığa her susuş, bizi biraz daha uzaklaştırır insan olmanın özünden. bunu biliriz. bunun azabını duyarız ama yine de susarız çoğu zaman. ucu bize dokunmasın diye. biliriz ki bize dokunan her uç epeyi sivriltilmiştir. tenimize batar.

oysa şiir, tuzun yarayla buluşmasıdır.
ya tuzdur şair ya yara
ya da hüzündür her akşam ufku besleyen
kendi kanının kızıllığıyla

içinde olmayanı içinde olanmış gibi söyleyip içindekileri susturmaktır ikiyüzlülük.
en adisi ise ikiyüzlülüğün, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmak ve ya başkasına yaptığının iki mislini kendine beklemektir. birincisi, nefsine ağır geleni başka nefislerde sınamaktır. zalimcedir. ikincisi yaptığın iyiliği tacir zihniyeti ile yapıp ruhu pazar tezgâhında satmaktır. hem de akşam pazarında. kör alıcıya, düşeşe… ve ruhunu satandan daha aşağı, daha bayağı bir varlık türü yoktur. ve ne yazık ki ruhunu başkasına bedel karşılığı teslim etmek sadece insana mahsustur. insan böbreğini, dalağını, kalbini satabilir yokluğu biraz varlığa çevirmek için kendi ömründen çalarak. bu anlaşılır. ama insan ruhunu satarsa bu onurundan çalmak olur. ama işin gerçeği, onursuz insan, tek böbrekli insandan daha rahat yaşayabilir trafik ışıklarında, adliyelerde, alış veriş merkezlerinde yüzümüze bakarak…

birden fazla kadını sevmek, diğerini aldatmak değildir. sevmediğin kadına sevgi sözcükleri ile bezeli yalanlar söylemektir aldatmak. her ikisini de aldatmaktır bu. her ikisine de en hoş kokuları süründüğümüz maskelerimizle gitmektir. her ikisini de öldürmektir. çünkü sevgidir maşuku aşıkta yaşatan. en büyük katliam aracı ise sevmediğin halde, sevdiğini söylemektir.

dişin ağrıya değdiği yerdir şairlik
şair ya diştir, iz bırakır tarihin göğsünde
ya ağrıdır, buz tutar göğü…
bir yanı yurda bakar, öte yana bir yanı


hırsızlık malı satıyoruz çoğu zaman. bizi bütün yalanlardan, riyadan koruyan evimizi terk ederken yüzümüze takındığımız sıcak tebessümleri çıkarıp portmantoya, sokağa çıkıyoruz. kapının arkasında kalıyor şen gülüşleri ile hayata yeni adım atan kızlarımız-oğullarımız. adımları o kadar küçük ve o kadar acemice ki, gelecek günlere nasıl tutunabileceğinin endişesini taşıyoruz hep içimizde. onun her “bab-ba” demesi daha da devleştiriyor bizi. ve maalesef onun gelecek endişesi içimizde ki kuzuyu kurtlaştırıyor. pençelerimizi daha da sertleştiriyoruz. daha da derin yaralar bırakıyoruz insanların ruhunda… evladımız kendi ruhunu satıp da bekasını sağlama almaya çalışmasın diye olabildiğince satıyoruz ruhumuzu. ama yine de günü gelince evladımıza da ruhunu satmayı mecbur ediyor herkesin kendi becerisi ile hayatta kalmasını zorunlu kılan sistem.

ikiyüzlülük bir sistem sorunudur, demek çok mekanikçe bir söz. duygudan uzak. bir tecavüzcünün vekilliğini yapmak gibi. insan olmanın bize bahşettiği bir şeylerin bu sistemin zorladığı yalana karşı durmamızı gerektirecek bir yetenek vermiş olması gerekir. Ama yine de ikiyüzlülük, bize kapitalizmin ve liberalizmin bir hediyesi… çünkü söz konusu sistemler, önce vicdanı yok sayarak çıkıyor pazara… ve her canı pazarda bir meta olarak sunuyor.

ya gerçeği aramaktır şiir ya yalım

gerçeği arayan kişinin, bu serüvende özünde ki kiri pası yakması kendini bir ateşe atması gerekmektedir. ancak ateşle temizlenebilir insan, insan olmanın kabuğuna yapışan bakterilerden, içine nüfuz eden zararlılardan. yanarak şekil değiştirebilir. işte şiir, kendi özünü bulmak için kendi özünden olmayanları yakmak üzere ateşe giren kişinin yanarken çıkardığı sayıklanmalardır.

insan kendi özüne, yani gerçeğe ancak korkularından sıyrılarak ulaşabilir. lakin, doğumla birlikte içimize işlemeye başlayan korku bir müddet sonra bir bütün olarak (biz) oluyor. ve bu durumda da gerçekle aramıza giren şey yine kendimiz oluyoruz. o halde evrilmeliyiz. su’dan geldiğimiz şu evrende tekrar su olabilmek için önce ateşe girmeliyiz. her zerremize kadar yanabilmek için.
yanarken attığımız çığlıkların çokluğuyla orantılıdır yanmadan evel söylediğimiz yalanlar. ancak yandıktan sonra tekrar yoğrulabilir ve pişebiliriz.
onun içindir ki “hamdım, yandım, yoğruldum, piştim” olmalıdır gerçeğe giden yolun haritası.
insan içinde ki hakikati bulduğu zaman ancak bulabilir tanrısını. ve hallac-ı mansur olur. derisi yüzülse ne gam…? tanrı, insan eli ile azap çekebilir mi?

şeyh bedrettin’dir şiir, asılır bir ağaca, serez çarşında bakırcılar dükkanının karşısısnda. ve güneş batarken sararır…
köroğlu’dur, isyana kalkışır kancık bolubeyine karşı. bir kızılbaş çığlık olur dağlarda…
che’dir, bütün bir dünyayı yurdu bilerek kendi kanını sunar sevdasına…
deniz’dir şiir, son sözünde kardeşlik ister dünya halkları için, anadolu halkları için…
ve nazımdır yazılmış şiirlerin en büyüklerinden biri, bir vapur geçer boğaza doğru, uy karadeniz’in gümüş telleri, nazım usulcacık okşar vapuru, yanar elleri…

ve ancak şiir arıtabilir şairin yüzünü kirli maskelerden, hayınlıktan, kahbelikten…


engin akbaba